Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de tozmasak da, o köy bizim köyümüzdür…dizeleriyle başlayan hepimizin bildiği bu şiir adeta Obaköy’ü anlatır bize.
Aslında ne uzaktır bize nede gitmesek te görmesek te bizim olan tek köydür. Ama bi yerden başlamak gerek dedik, sizin için uzağı yakın ettik, terk edilmişliğin hüznünü yaşarken sessizliğin huzurunu yaşatan doğanın bağrında ki Obaköy’ü sizler için gezdik…
Nasıl ki köylü milletin efendisiyse köylerimizde cennet yurdumuzun temel taşlarıdır. Denizin kıyı ile buluştuğu sahillerden başlayıp geçit vermeyen dağların zirvesinden ulu ormanların gölgesine kadar ülkemizi bir ağ gibi sarar köylerimiz. Belki uzakta, belki gitmedik, belki hiç görmedik ama işte o köyler bizim köyümüzdür…
Bu köylerden biridir Çanakkale merkeze bağlı Obaköy, ulu çamların içinde asırlık çınarların dibinde. Çan yolu üzerindeki Dörtyol köyünden sola dönülerek başlayan yolculuğun devamını getirebilmek için karşılaşacağınız bölgenin yerli halkından yardım almakta fayda var. Zira göreceli bir kavram olan uzaklık bize yakın geldiği gibi köyü bulmamızda ki kolaylık size hayli zor gelebilir, tabiatın içinde kaybolarak zevkli ama gecikmeli bir yolculuk yapmak zorunda kalabilirsiniz…
Yemyeşil doğanın içersinde yapacağınız bu yolculuğun size doyumsuz bir keyif vereceği kesin. Etrafınızda koşuşturan kuzulu koyunları, hemen yanınızdaki ağaca konmuş yırtıcı kuşları, şaşkın bakışlarla karşıya geçmeye çalışan kirpileri, ürkek bakışlarla size izleyen tilkileri izledikçe yolun nasıl geçtiğini anlayamayacaksınız. Muazzam kayalar sizi büyülerken bir bakacaksınız solunuzda deniz bir bakacaksınız ki sağınızda Atikhisar barajının doyumsuz manzarası sizi karşılamış. Her ne kadar bir doğa gezisi olsa da asfalt yol üzerinde yapacağınız bu seyahat sizi yormayacak, aracınızı ise hiç üzmeyecektir…
Çam ağaçlarının arasından süzülerek indiğiniz tatlı virajın hemen altında sizi selamlar Obaköy. Köye giren yolu kesen Dededağı deresi mevsimine göre size yol verebilir yada dur diyebilir. Ama köye asıl güzelliği verende aslında bu deredir. İlk göreceğiniz şeyde zaten bu derenin üzerindeki zamana meydan okuyan, yorgun ama yıkılmayan tahta köprüdür. Korkmayın hala sapasağlam fakat yinede dikkat etmekte fayda var. Üzerine çıkabilir, bu nostaljiyi kamera ve fotoğraf makineleriniz ile ölümsüzleştirebilirsiniz. Kayaları yalayarak dolaşan, küçük şelalelerden şırıltıyla akan suyun sesini kıskanırcasına şakır kuşlar burada. Küçük balıklar ve tatlı su yengeçleri ise adeta dans eder bu doğal müzik ziyafetiyle…
Eğer hafiften yağmurda düşmüşse toprağa, tertemiz orman havasıyla birlikte toprağın mis kokusu dolar ciğerlerinize. Bir bayram havasıdır bu ciğerlerimiz için bizi tatlı bir sarhoşluğa sürükleyen. Köyünü içine doğru ilerledikçe kimi kiremit çatılı kimi ahşap üzerine saz ve ot atılı yığma taştan yapılmış evler karşılar sizi. Ayakta kalmak için direnseler de dökülen taşları ve yıkılan duvarları yalnızlığın hüznü gibi çökmüştür yerlere. Kırık pencerelerinde ki örümcek ağları terkedilmişliğin izlerini sunar size. Ürkütücü gibi gelse de bu sessizlik aslında huzur verir içimize…
Sessizliğin nedeni bir çok köyümüzde ki kaçınılmaz gerçeğin ta kendisidir aslında. İş bulamayan gençler, şehir hayatına özenen gelinler şehrin yolunu tutunca yavaş yavaş tükenmiş yaşamlar Obaköy’de. Yaşlı bir çift inatla köyünü terk etmemiş, toprağını sahiplenmiş. Uzun yıllar köyün tek sakini olarak baş başa kalsalar da son zamanlarda geri dönen bir iki komşuları olmuş. Huzuru arayan günü birlik ziyaretçilerin aksine evlerini onarıp yeniden Obaköylü olmuş…
Yolun kenarında ki taş dibeklerde artık buğdaylar dövülmese de bahçelerde ki toprak fırınlarda mis kokulu ekmekler pişmese de damları çevreleyen ahşap çitlerin üzerinde ki kurukafalar buraların sahipli olduğunu gösteriyor bize. Zira sahipleri köyde oturmasa da koyunları damların üzerinde ki evlerin gerçek sahibi olmuş artık…
Kimsesizliğin, terkedilmişliğin izlerini her yerde görmek mümkün. Köyü dolaşan derenin diğer ucunda ikinci bir ahşap köprü dikkat çekiyor. Oda diğeri gibi hala ayakta ve sağlam. Çam ağaçlarının arasından uzanıyor bir kıyıdan diğerine. Öylesine yalnız kalmış, öyle zaman geçmiş ki üzerinden geçilmeyeli, üzerinde yeşeren otlar her şeyi ele veriyor. Artık bir işlevi kalmasa da bu emektarın, ister gönlünü almak diyin ister nostaljiyi paylaşmak, bir kere olsun üzerinden geçesi geliyor insanın…
Yörük köyü olan Obaköy’ün camiside kendi gibi nostaljik. Dışarıdan baktığınızda her ne kadar bir camiye benzemese de yakınına vardığınızda anlıyorsunuz ayrıcalığını. Servi ağaçlarının gölgesinde ilahi bir seslik çökmüş üzerine. Taş duvarlarının bir bölümü çökmüş, ahşap döşemeleri kırılmış, tahtadan yapılmış minaresi yıkılmış ama Osmanlıca yazılı mermer yazıtlı kapıdan içeri adım attığınızda hayrete düşüyorsunuz. Birazdan köy imamı gelecek gibi cübbesi ve sarığı muntazam asılı, içeri cemaat dolacak gibi seccadeler bir kenarda sıralı. Elbette gelen giden yok ama Kuran-ı Kerim’ler ahşap dolaplarda bir okuyan, minberde asılı tespihler bir çeken olur diye bekliyor sanki. Tıpkı hemen yanında, servinin altında bir Fatiha bekleyen yatır gibi…